9 Ağustos 2010 Pazartesi

Anılarla Atatürk - 2

ATATÜRK VE KİN

Atatürk, bir işi yaparken fayda ve zararını sadece kendisi açısından değerlendiren insanların bencil olduğunu düşünürdü. Asıl olan insanların yaptığım iş başkalarına ve özellikle benden sonra geleceklere ne kazandırır veya ne kaybettirir, diye düşünebilmeleridir. Bu anlayış insanları bencillikten uzaklaştırır, ufkun ötesini görmelerini sağlayarak başkaları için bir şeyler yapmanın zevkine onları ulaştırır. İnsanların bencil, kinci ve bağnaz olmalarında bu düşünceden yoksunluk vardır. Aşağıdaki olayda görevini yapmadığından dolayı evlatlarının zarar göreceğini düşünmeyen babayla, kendini o görevlinin evlatlarını düşünmek zorunda hisseden gerçek baba Atatürk’ün anlayış farkını yansıtmaktadır.


Atatürk’ün asla kini yoktur. Bir kimseye ne kadar kızarsa kızsın, bir süre sonra affeder, olanları unutur, bir daha duymak bile istemezdi. Bu yüzden civarındakilerden birçokları zaman zaman gözden düşer, sonra yeniden affedilir, yeniden eski mevkiini alırdı. Fakat, asla göz yummadığı şey, bir kimsenin ekmeğiyle oynanmasıydı.
Yeni harflerin kullanılmasının kararlılıkla takip edildiği dönemde bir seyahati esnasında bir hükümet bürosuna girdi. Açtığı bir defterde bir deste eski harflerle yazılmış notlar ve kağıtlar buldu. Defterin sahibi yaşlı bir memurdu.
Atatürk, hayatında ender rastlanan bir hiddetle memurdan başladı, amirde bitirdi, hepsini kovdu. Dışarı çıkarken de:
- Bunlar mikroptur, efendim! Milli bünyenin iyiliği namına temizlenmeli!... diye bağırdı.
Akşam oldu, vilayet konağında bir ziyafet vardı. Bir aralık söz yine yeni harflere geldi. Atatürk, valiye sordu:
- Bugünkü yobazlara ne yaptın?
Vali:
- Görevlerine son verdim, paşam. Esasen ücretli hizmetlilerdi.
Atatürk durakladı, sonra usulca:
- O olmadı işte!... dedi. Bu adam, kabahatli, muhakkak!... Fakat, çoluğunun çocuğunun suçu ne? Onları aç bırakmaya hakkımız yok. Onu görevine usulca iade et!... Biz adamları cezalandırmalıyız, ama ekmekle oynamak doğru değildir!...

N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.325-326




HACER NİNE

Türk kadını vatana hizmette, asla erkeğinden geri kalmamış, hatta ondan ileri olmuştur. Göz bebeği evlatlarını vatan uğrunda şehit vermeyi şereflerin en yücesi kabul edip, acılarını içine gömmesini bilmiştir. O, kimi zaman kocasını ve evlatlarını cepheye gönderip evinin nafakasını tek başına çıkaran, kimi zaman cephane taşıyan, kimi zaman yaralıların yaralarını saran, kimi zaman da cephede bizzat savaşan kahramanlık, sevgi ve şefkatin temsilcisi Türk anasıdır. Aşağıdaki anekdotun kahramanı “Hacer Nine” de kocasını, evlatlarını ve torunlarını şehit vermiş, şehitlerin sevgisini, Atatürk sevgisiyle özdeşleştiren yüce Türk kadınının temsilcisidir.


Hacer Nine yine bunalmıştı. İçi içine sığmıyordu. Beş gözlü evinin içi yine birkaç gündür zindan kesilmişti. Düşündükçe yüreği yerinden kopuyordu. Yetmiş yaşındaki bu kimsesizlik ona büsbütün koymuştu.
Kocasını Yemen’de kaybetmişti. Bir oğlu Balkanlarda, ikisi de çöllerde kalmıştı. Bir gelini ile üç torunu vardı. Gelini hastalıktan öldü, torunlarının biri de Büyük Muharebede şehit düştü. Birisi İkinci İnönü’den dönmedi.
En son torununu da Sakarya’ya gönderdi. Bir gün haber aldı ki en son delikanlısı da Duatepe Muharebesinde öteki ağalarının yanına göçüp gitmişti.
Çok ağladı. Fakat, Sakarya Savaşı kazanıldı haberi gelince ağlaması durdu, gülmeye başladı.
Ondan sonra vakit vakit böyle bunalırdı. Ve her bunalışında çarıklarını çeker, değneğini alır, Ankara’nın yolunu tutardı. Bu sefer de öyle yaptı. Saatlerce yürüdükten sonra ikindide Ankara’ya geldi, doğruca gitti, Büyük Millet Meclisi’nin kapısı önünde durup çömeldi.
Aradan biraz vakit geçti, sordular:
- Nine, ne istiyorsun?
- Hiç, hiçbir şey.
- Ya neden burada duruyorsun?
- Onun gözlerini görmek için çıkmasını bekliyorum.
- O dediğin kim?
- Gazi Paşa.
Sonunda hikayesini anlattı ve dedi ki:
- İşte böyle, ara sıra çok bunaldıkça buraya gelirim. O, Millet Meclisi’nden çıkarken gözlerine bakarım. Mavi gözbebeklerinde bütün şehitlerimin gözlerini görür gibi olurum. Son içime bir ferahlık dolar, kalkar köyüme giderim.
İşte siperlerde evlat, torun gömmüş Türk Ninesi buna derler.

N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.29-30






ATATÜRK’ÜN EŞİTLİK ANLAYIŞI

Çağdaş insan, görevlerini en verimli biçimde yürüten, mal ve hizmet üretmeyi insanlık onurunun gereği olarak gören, insanları mevkilerine göre değil hizmetlerine göre değerlendirebilen insandır. Atatürk yaşamı boyunca insanları bu esasa göre değerlendirmiş, görevini sorumluluk bilinciyle yürüten insanları hem takdir etmiş, hem de onlara saygı duymuştur.
Atatürk, devlet hizmetinde çalışanların görevleri süresince sevecen, adil olmalarını, keyfi ve zorbalık türü davranışlardan kaçınmalarını istemiştir. İstemekle kalmamış her türlü keyfi uygulamanın karşısında olmuş, özellikle de yöneticileri, hak ve adaletten ayrılmamaları, kendilerine özel muamele gösterilmesini beklememeleri yönünde uyarmıştır. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün ayrıcalıklı muameleye karşı oluşunu yansıtan örneklerden birisidir.


Atatürk, bir gün Dolmabahçe’den gizlice çıkar Topkapı Sarayı Müzesine gelir. Müzeyi gezmek ister. Kendisini kapıcıya tanıtır, fakat kapıcı henüz saat 9 olmadı, memurlar da gelmedi, Atatürk değil, kim olursan ol, bekleyeceksin, der.
Hiç şüphe yok ki, kapıcı Atatürk’ü tanımamış ve bu sözlere birden fazla muhatap bulunduğu için gelenin Atatürk olabileceğine inanmamıştır. Fakat bu anekdotta önemli olan nokta Atatürk’ün kapıcının sert cevabı karşısında ısrar etmeyerek, bir kenara çekilip, saatin 9 olmasını ve memurların gelmesini beklemesidir.

S.A. TERZİOĞLU, Yazılmayan Yönleriyle Atatürk, s.4




ATATÜRK, KENDİSİNE SUİKAST YAPACAK ADAMLA KARŞI KARŞIYA

İnsanların başına gelen felaketlerin çoğunluğu akıllarıyla değil de duygularıyla hareket edip, duygularına esir olmalarındandır. Çünkü, duygularıyla hareket edenler, çoğu kez başkaları tarafından kullanılırlar. Kullanıldıklarını da başına felaket geldiği an anlarlar. Ancak, düşünen, soran, neden, niçin diye araştıran insanlar akıllarını kullanmış olduklarından felaketi önceden görürler ve ona göre hareket ederler. Aşağıdaki anekdot bu anlayışı yansıtan güzel örneklerden birisidir.


İzmir’de hazırlanan o alçakça suikastten sonra, bir gün bize Atatürk şu olayı anlatmıştı:
- Ziya Hurşit’in beni öldürmek için görevlendirdiği iki zavallı vardı. Sorguları yapıldıktan sonra bunlardan birini yanıma çağırdım. Odada kimse yoktu. Kendisine sordum:
- Sen Mustafa Kemal’i öldürecekmişsin, öyle mi?
- Evet! dedi.
Ben gene sordum:
- Mustafa Kemal, ne yapmış ki onu öldürecektin?
- Fena bir adammış da... Memlekete çok fenalık yapmış!... Sonra, bize onu öldürmek için para da vereceklerdi!...
- Sen Mustafa Kemal’i tanıyor musun?
- Hayır!
- O halde, tanımadığın bir adamı, nasıl öldürecektin?...
- Geçerken işaret edecekler, “Mustafa Kemal, işte budur!” diyeceklerdi. Biz de öldürecektik.
O zaman cebimden tabancamı çıkararak, kendisine uzattım:
- Mustafa Kemal benim!... Haydi, al eline tabancayı... Öldür!... dedim.
Adam, benden bu cevabı alınca, yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir müddet şaşkın yüzüme baktıktan sonra, dizüstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı.

N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.114-115





İNGİLİZ KRALI’NA VERİLEN ZİYAFET

Atatürk her ortamda mensubu bulunduğu Türk Milletiyle gurur duyar ve milletin onurunu en iyi şekilde temsil etmeyi görev bilirdi. O asla bu milletin evlatlarının yeteneğinden şüphe etmemiş, olumsuz koşullarla karşılaştığında bile o Türk insanını hep yüceltmiştir. Aşağıdaki anekdot da O’nun yaklaşımının sayısız örneklerinden sadece birisidir.


İngiliz Kralı VIII. Edward İstanbul’a Atatürk’ü ziyarete geldiği zaman, Atatürk kendisine bir akşam ziyafeti vermişti. Ziyafetten önce:
- Bana İngiltere sarayında verilen ziyafetler ne şekilde olur, onu bilen birisini yahut bir aşçı bulunuz!... dedi.
Sonunda İngiliz sofra merasimini bilen bir kişiden öğrenerek sofrayı o şekilde düzene koydular... Akşam Kral sofraya oturunca kendisini kral sarayında zannederek memnun oldu. Atatürk’e dönerek:
- Sizi tebrik eder ve size teşekkür ederim. Kendimi İngiltere’de zannettim, diyerek memnuniyetini bildirdi.
Sofraya hep Türk garsonlar hizmet etmekte idi. Bunlardan bir tanesi heyecanlanarak, elindeki büyük bir tabakla birdenbire yere yuvarlandı. Yemekler de halılara dağıldı. Misafirler utançlarından kıpkırmızı kesildiler. Fakat Atatürk Kral’a eğilerek:
- Bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim,” dedi. Bütün sofradakiler Atatürk’ün zekasına hayran oldular. Atatürk garsona da “görevine devam et” emrini verdi.

Ahmet Niyazi BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s186-189

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Meşhur Bilderberg toplantısına bu yıl hangi Türkler katılıyor

  Dışarıya tamamen kapalı bu kulüp, komplo teorisyenlerinin de sıkça beslendiği bir yer olma özelliğini taşıyor. Bu yıl, organizasyona 23 ül...